medyauzmani.com

Elantris’in Umudu – Brandon Sanderson

ELANTRİS’İN UMUDU

Brandon Sanderson

* * *

“Lordum,” dedi Ashe, pencereden içeri süzülerek. “Leydi Sarene affınızı diliyor. Akşam yemeğine biraz geç kalacakmış.”

Raoden oturduğu yerden keyifle, “Biraz mı?” diye sordu. “Bir saat kadar önce yemeğe başlamamız gerekiyordu.”

Ashe hafifçe yanıp söndü. “Özür dilerim, lordum. Fakat… Eğer bu durumdan şikayet ederseniz bir mesaj iletmem için bana söz verdirdi. ‘Ona de ki…’ dedi, ‘Hamileyim ve bu onun suçu, bu da demek oluyor ki ne istersem yapmak zorunda.’ ”

Raoden kahkaha attı.

Ashe, sadece ışıktan bir küre olduğu göz önüne alındığında, bir Seon artık ne kadar utanmış görünebilirse o kadar görünerek, yeniden yanıp söndü.

Raoden, kollarını Elantris’teki sarayının masasına dayadığı yerden iç geçirdi. Etrafındaki duvarlar oldukça soluk bir ışıkla parlıyordu ve ne meşelalere ne de fenerlere ihtiyaç vardı. Daha önceleri hep Elantris’teki fener desteği eksikliği hakkında meraklanıp durmuştu. Galladon da bir keresinde, basıldığı zaman parlamaya başlayan plakalar olduğundan bahsetmişti – fakat ikisi de sadece taşların kendilerinden ne kadar ışık yayılabildiğini unutmuştu.

Önündeki boş tabağa baktı. Bir zamanlar ufak bir parça yiyecek için ne kadar zorluk çekiyorduk, diye aklından geçiriyordu. Şimdi bulunması o kadar olağan ki, yemek yemeden önce bir saat kadar oyalanabiliyoruz.

Artık yiyecekleri boldu. Raoden’in kendisi çöpü taze mısıra çevirebiliyordu. Arelon’daki hiç kimse bir daha açlık çekmeyecekti. Yine de, bu tür konular üzerinde düşünmesi aklını Yeni Elantris’e ve şehir duvarlarının içinde kurmuş olduğu basit huzura geri götürdü.

“Ashe,” dedi Raoden. Aniden aklında bir düşünce belirmişti. “Sana ne zamandır bir şey sormak istiyordum.”

“Tabii ki, Majesteleri.”

“Elantris’in eski ihtişamına kavuşmadan önceki son saatlerinde nerelerdeydin?” diye sordu Raoden. “Gecenin büyük bir bölümünde sana dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Aslına bakarsan, seni gördüğümü hatırladığım tek vakit yanıma gelip Sarene’nin kaçırıldığını ve Teod’a götürüldüğünü söylediğin zamandı.”

“Doğru, Majesteleri,” dedi Ashe.

“Peki, nerelerdeydin?”

Raoden’in sandalyesinin yanına doğru süzülerek, “Bu uzun bir hikaye, Majesteleri,” dedi Seon. “Bu Leydi Sarene’nin beni, Galladon ve Karata’ya silah sevkiyatı yaptığına dair haber vermem için Yeni Elantris’e önden göndermesiyle başladı. Dediğim olay tam da rahipler Kae’ye saldırmadan önce gerçekleşmişti ve ben Yeni Elantris’e, daha sonra neler olacağından tamamen habersiz biçimde gittim…”

* * *

Matisse çocuklarla ilgileniyordu.

Yeni Elantris’teki işi buydu. Herkesin bir işi olması gerekiyordu; bu Ruh’un koyduğu bir kuraldı. İşinden gocunmuyordu – aslında oldukça hoşuna gidiyordu. Ruh’un oralarda oluşundan daha uzun süredir bu işi yapıyordu. Dashe’in onu bulduğu ve Karata’nın sarayına götürdüğünden beri Matisse zaten ufaklıklara göz kulak oluyordu. Ruh’un koyduğu kurallar yaptıklarını sadece resmiyete dökmüştü.

Evet, görevinden hoşlanıyordu. Çoğunlukla.

“Gerçekten de yatmaya gitmemiz gerekiyor mu Matisse?” diye sordu Teor, en iyi masumane bakışlarından birini atarak, “Sadece bu seferliğine uyanık kalamaz mıyız?”

Matisse kollarını kavuşturdu ve tüysüz kaşlarından birini küçük çocuğa doğru kaldırdı. “Dün de bu zamanlarda yatağa gitmen gerekiyordu,” diye belirtti. “Ve ondan önceki gün de. Ve aslında, ondan önceki gün de. Neden bugünün farklı olması gerektiğini düşündüğünü anlamıyorum.”

“Bir şeyler oluyor,” dedi Tiil, arkadaşının yanına gelip. “Yetişkinler hep birden Aon çiziyorlar.”

Matisse göz ucuyla pencereden dışarı baktı. Çocuklar – gözetimi altındaki elli ya da daha fazlası – duvarlarının çoğundaki girift kuş oymaları sebebiyle “Tünek” adını verdikleri, açık pencereli bir binada kalıyordu. Tünek, şehir içindeki şehrin merkezinde, Ruh’un kendi evinin, önemli toplantılarının büyük kısmını gerçekleştirdiği Korath tapınağı yakınlarına konuşlanmıştı. Yetişkinler çocuklara göz kulak olmak istiyordu.

Maalesef bu durum aynı zamanda çocukların da yetişkinleri gözetleyebilmesi anlamına geliyordu. Pencerenin dışı, yüzlerce parmağın havaya çizdiği Aonlardan saçılan ışık parlamarıyla dolmuştu. Vakit geçti, – çocukların yatmış olması gereken vakitten oldukça geç – fakat bu gece onları yatağa göndermek bilhassa zordu.

Tiil haklı, diye düşündü. Bir şeyler oluyor. Ama bu, oğlanın ayakta olmasına izin vermek için bir sebep değildi – özellikle de çocuk uyanık kaldıkça Matisse’in dışarı çıkıp neler olup bittiğini araştırması gecikeceği için.

“Bir şey yok,” dedi Matisse, çocuklara dönerek. Bir kısmı parlak renkli çarşaflarının altına girip yatmaya başlamışsa da, çocukların çoğu başını dikmiş ve Matisse’in iki başbelasıyla uğraşmasını izliyordu.

“Bana ‘hiç de’ bir şey yokmuş gibi görünmüyor,” dedi Teor.

İçini çekerek, “Pekala,” dedi Matisse. “Aon çiziyorlar. Eğer o kadar meraklıysanız, sanırsam bu seferlik bir istisna yapıp uyanık kalmanıza izin verebiliriz. Tabii Aon çizme alıştırması yapmak istediğinizi varsayarak… Eminim ki, bu geceye başka bir ders sıkıştırabiliriz.”

Teor ve Tiil’in beti benzi attı. Aon çizmek okulda yapılan şeylerden biriydi – Ruh’un onları yeniden katılmaya zorladığı şey. İki oğlan kadından geriye doğru kaçarken Matisse kendi kendine sinsice gülümsedi.

“Ah, hadi ama,” dedi Matisse, “Gidin de tüy kalemlerinizi ve kağıtlarınızı getirin. Aon Ashe’i yüz ya da daha fazla kez çizebiliriz.”

Çocuklar mesajı aldı ve bir bir yataklarına girdiler. Odanın öbür tarafında, diğer çalışanlar çocuklar arasında dolaşıyor ve çocukların uyuduklarından emin oluyorlardı. Matisse de aynısını yaptı.

“Matisse,” dedi bir ses. “Uyuyamıyorum.”

Matisse, döşeğinde oturan küçük bir kıza doğru döndü. “Nereden biliyorsun ki, Riika?” diye sordu, hafifçe gülümseyerek. “Sizi yataklarınıza yeni gönderdik – daha uyumayı bile denemedin.”

Küçük kız, “Uyuyamayacağımı biliyorum,” dedi arsız arsız. “Mai hep ben uyumadan önce masal anlatırdı. Eğer anlatmazsa uyuyamam.”

Matisse içini çekti. Riika nadiran iyi bir uyku çekerdi – özellikle de Seon’unu sorduğu gecelerde. Seon’u, elbette, Riika Shaod tarafından alındığında delirmişti.

Yatıştıran bir sesle, “Uzan canım,” dedi Matisse. “Uykun geliyor mu diye bir bak.”

“Gelmeyecek,” dedi Riika, ama yine de uzandı.

Matisse, gözetimindeki geriye kalan çocukları da dolaştıktan sonra odanın ön tarafına doğru yürüdü. Bir çoğu hala kıpırdayan, sağa sola dönen ufak bedenlere göz gezdirdi ve kendisinin de çocuklarla aynı kaygı dolu hisleri paylaştığını fark etti. Geceyle ilgili bir şeyler yanlıştı. Lord Ruh ortadan kaybolmuştu ve, Galladon onlara endişelenmemelerini söylemesine rağmen, Matisse bu durumu kötü bir işarete yoruyordu.

“Dışarıda ne yapıyorlar öyle?” diye fısıldadı Idotris, Matisse’in yanından.

Matisse dışarıya, yetişkinlerinin çoğunun gece vakti Galladon’ın etrafına toplanıp Aon çizdikleri yere baktı.

“Aonlar çalışmıyor,” dedi Idotris. Delikanlı Matisse’den belki de iki yaş kadar daha büyüktü. Tüm insanların teninin aynı lekeli griye sahip ve saçlarının cansız, seyrek ya da tamamen dökülmüş olduğu Elantris’te yaş gibi şeylerin önemi olduğundan değil. Shaod, insanların yaşını tahmin edilemez kılmaya meyilliydi.

“Bu, Aonlar üzerinde pratik yapmamaya neden olamaz,” dedi Matisse. “Altlarında yatan bir güç var. Bunu görebilirsin.”

Elbette ki, Aonların altlarında yatan bir güç vardı. Matisse, havaya çizilen ışıkların arkasında gürleyen bu gücü her zaman hissedebilmişti.

Idotris homurdandı. “İşe yaramaz,” dedi kollarını kavuşturarak.

Matisse gülümsedi. Idotris’in her zaman böyle somurtkan birisi mi, yoksa sadece Tünek’te çalışırken mi bu haline meyilli olduğuna emin değildi. Genç bir delikanlı olarak, Dashe’nin askerlerine katılmaya izin verilmesi yerine çocuk bakımıyla görevlendirilmesi gerçeğini sevmemiş gibi görünüyordu.

“Burada bekle,” dedi Matisse, Tünek’ten dışarı süzülüp yetişkinlerin bulunduğu etrafı açık avluya doğru giderken.

Idotris her zamanki haliyle sadece homurdandı, hiçbir çocuğun yatak odasından sıvışmadığından emin olabilsin diye girişe oturup görevlerini tamamlayan diğer delikanlılara başıyla selam verdi.

Matisse Yeni Elantris’in açık sokakları arasında dolaştı. Gece ayazdı, fakat soğuk Matisse’i rahatsız etmiyordu. Elantrian olmanın avantajlarından biri de buydu.

Olanları bu şekilde görebilen az sayıdaki insandan biriydi. Diğerleri, Efendi Ruh ne derse desin, Elantrian olmaya “avantaj” olarak bakmıyorlardı. Öte yandan Matisse’e göre, Ruh’un dedikleri akla yatkındı. Ama belki de bunun kadının konumuyla bir alakası vardı. O, Elantris dışındayken bir dilenciydi – hayatını göz ardı edilmiş ve işe yaramaz hissederek geçirmişti. Ancak Elantris’te ona ihtiyaç vardı. Önemli biriydi. Çocuklar ona saygı duyuyordu ve yiyecek bir lokma için dilenmek ya da çalmak konusunda endişelenmesi gerekmiyordu.

Doğru, Dashe onu çamurla kaplı ara sokaklardan birinde bulmadan önce vaziyet gayet kötüydü. Ayrıca, yaralar meselesi de vardı. Matisse’in yanağında bir tane vardı, Elantris’e girdikten kısa bir süre sonra edinmişti. Yarası hala onu kazandığı andaki aynı acıyla yanıyordu. Yine de bu, ödemesi gereken ufak bir bedeldi. Karata’nın sarayında Matisse ilk defa gerçekten işe yaramanın tadına varmıştı. Bu aidiyet hissi, Karata’nın grubunun geri kalanıyla beraber Yeni Elantris’e taşındıklarında daha da güçlenmişti.

Elbette Elantris’e atılmaktan kazandığı başka bir şey de vardı: Bir baba.

Dashe döndü. Kız ona doğru yaklaşırken o fener ışığı altında gülümsüyordu. Gerçek babası değildi elbette. Shaod onu almadan önce bile bir yetimdi Matisse. Ve Dashe, Karata gibi, bulup saraya getirdikleri tüm çocuklara bir nevi ebeveyn olmuştu.

Yine de Dashe’nin Matisse’e karşı özel bir düşkünlüğü varmış gibi görünüyordu. Sert yüzlü savaşçı, Matisse etraflarda olunca daha fazla gülümsüyor ve eğer önemli bir şeyin yapılması gerekiyorsa çağırdığı kişi Matisse oluyordu. Bir gün, kız adama öylece ‘Baba’ diye seslenmeye başlamış, Dashe de bu duruma hiç itiraz etmemişti.

Matisse avlunun en ucunda ona katıldığında Dashe elini kızın omzuna koydu. Önlerinde yüz kadar insan, kollarını uyumlu bir biçimde hareket ettiriyordu. Parmakları havada, bir zamanlar AonDor’un büyülerini ortaya koyan parlak çizgiler, ışık izleri bırakıyorlardı. Galladon da grubun önünde durmuş, gevşek Dula şivesiyle talimatlar yağdırıyordu.

“Bu Dula’nın kalkıp da insanlara Aon öğreteceği günü göreceğim hiç aklıma gelmezdi,” dedi Dashe sessizce. Diğer eli kılıcının kabzasında bekliyordu.

Matisse, Babam da kaygılı, diye aklından geçirdi ve başını kaldırıp babasına doğru baktı. “Dert etme Baba. Galladon iyi bir adam.”

“Belki de iyi bir adamdır. Ama sonuçta bir alim değil. Berbat ettiği çizgiler becerebildiklerinden daha fazla.”

Matisse, konu Aon çizmek olduğunda Dashe’nin kendisinin de gayet berbat olduğunu belirtmedi. Babasını süzdüğünde adamın dudaklarını büktüğünü fark etmişti. “Ruh hala gelmedi diye kızgınsın.”

Dashe başıyla onayladı. “Burada, kendi insanlarıyla beraber olması gerekiyordu. O kadının peşinden gitmesi değil.”

“Dışarıda öğrenmesi gereken önemli şeyler olabilir,” dedi Matisse usulca. “Diğer ülkeler ve ordularla ilgili yapması gereken şeyler.”

“Dışarısı bizi ilgilendirmiyor.” Adam bazen oldukça inatçı olabiliyordu.

Yani, aslında çoğu zaman.

Kalabalığın önünde Galladon konuşmaya başlamıştı. “Güzel. Bu çizdiğiniz Aon Daa – güç Aon’u. Kolo? Şimdi, Yarık Çizgisi ekleme alıştırması da yapmamız gerekiyor. Çizgiyi Aon Daa’ya eklemeyeceğiz. Güzel kaldırımlarımıza koca koca delikler açmak istemeyiz, değil mi? Bunun yerine alıştırmamızı Aon Rao üzerinde yapacağız. Ne de olsa önemli bir işe yarıyora benzemiyor.”

Matisse kaşlarını çattı. “Galladon neden bahsediyor Baba?”

Dashe omuzlarını silkti. “Öyle görünüyor ki Ruh, Aonların -her nedense- artık çalışabileceğine inanıyor. Bunca zamandır onları yanlış çiziyormuşuz ya da öyle bir şeyler. Fakat, nasıl olup da Aonları tasarlayan alimlerin koca bir çizgiyi gözden kaçırmış olabileceğini anlayamıyorum.”

Matisse, Aonları alimlerin tasarladığından bile şüpheliydi. Şekillerde çok… ilkel bir yan vardı. Doğaya ait varlıklardı onlar. Tasarım değillerdi. Rüzgarın olduğundan daha fazla değil.

Buna rağmen bir şey söylemedi. Dashe kibar ve kararlı biriydi; ancak bilime pek yatkın bir kafası yoktu. Matisse ise bu durumdan memnundu. Yeni Elantris’i yabanılların elinde yıkılmaktan kurtaran, bir dereceye kadar Dashe’nin kılıcı olmuştu ve tüm Yeni Elantris’te babasından daha iyi bir savaşçı yoktu.

Yine de Matisse, Galladon yeni çizgi hakkında konuşurken merakla izliyordu. Aon’un tabanı boyunca çizilen ilginç bir çizgiydi.

Ve… bu, Aonların çalışmasını mı sağlayacak? diye aklından geçirdi. Çok basit bir düzeltme gibi görünüyordu. Gerçekten de işe yarayabilir miydi?

Arkalarından gelen boğaz temizleme sesiyle beraber aniden döndüler. Dashe neredeyse kılıcını çekecekti.

Seon’un biri arkalarında, havada asılı bekliyordu. Delicesine Elantris’te uçuşup duran çıldırmış Seonlar’dan bir tanesi değil de, güçlü ışığıyla parlayan aklı başında bir tanesi…

“Ashe!” dedi Matisse mutlulukla.

Ashe havada aşağı yukarı sallanarak, “Leydi Matisse” diye karşılık verdi.

“Ben leydi değilim. Bunu biliyorsun.”

“Bu unvan bana hep uygun göründü, Leydi Matisse,” dedi Seon. “Lord Dashe, Leydi Karata yakınlarda mı?”

“Kütüphanede,” diye cevap verdi Dashe, elini kılıcından çekerek.

Matisse, Kütüphane mi? diye kendi kendine sordu. “Hangi kütüphane?”

“Ah,” dedi Ashe kalın sesiyle. “Lord Galladon meşgul göründüğüne göre, o zaman belki de mesajımı size iletebilirim.”

“Eğer öyle istiyorsan…”

“Yeni bir teslimat geliyor efendim,” dedi Ashe hafifçe. “Doğası gereği… önemli bir mesele olduğundan Leydi Sarene acilen haberdar edilmenizi istedi.”

“Yiyecek mi?” diye sordu Matisse.

Ashe, “Hayır leydim,” diyerek yanıt verdi. “Silahlar.”

Dashe bir anda canlandı. “Gerçekten mi?”

“Evet, Lord Dashe.”

Matisse kaşlarını çatarak “Neden silah gönderiyor ki?” dedi.

Ashe, “Hanımım endişeli,” diye cevaplamaya başladı sessizce. “Dışarıda gerilimin giderek arttığı görülüyor. Dedi ki… işte… Ne olur ne olmaz diye Yeni Elantris’in hazırlıklı olmasını istiyor.”

“Hemen adam toplayıp silahları getirmeye gideceğim.” dedi Dashe.

Ashe, bunu iyi bir fikir olarak düşündüğünü belli edercesine havada bir aşağı bir yukarı sallandı. Babası yanlarından uzaklaşırken Matisse de Seon’u süzüyordu. Aklına bir fikir gelmişti. Belki de…

“Ashe, seni birkaç dakikalığına ödünç alabilir miyim?” diye sordu.

“Tabii ki Leydi Matisse. Neye ihtiyacınız vardı?”

“Aslında, basit bir istek. Fakat çok işe yarayabilir…”

* * *

Ashe masalını bitirdikten sonra döşeğinde uyur vaziyetteki küçük kız Riika’ya bakan Matisse, kendi kendine gülümsedi. Çocuk haftalardır ilk defa bu kadar huzurlu görünüyordu.

Başlangıçta, Ashe’i Tünek’e getirmek uyumamış çocuklar arasında büyük bir yaygara koparmıştı; ama Seon konuşmaya başlayınca Matisse içgüdülerinin kendini haklı çıktığını gördü. Ashe’in derinden gelen kalın sesi çocukları sakinleştirmişti. Konuşmasında inanılmaz derecede yatıştırıcı bir ritim vardı ve Seon’dan bir masal dinlemek sadece küçük Riika’yı değil, diğer tüm yaygaracıları da uykuya sürüklemişti.

Matisse ayağa kalktı, bacaklarını esnetti ve başıyla dış kapıyı işaret etti. Arkasında süzülen Ashe ile beraber, giriş kapısında bekleyen somurtkan Idotris’i geride bıraktılar. Genç delikanlı, her nasılsa Yeni Elantris’e yolu düşmüş bir sümüklüböceğe çakıl taşları fırlatıyordu.

Çocukları uyandırmayacak kadar uzaklaştıktan sonra, “Bu kadar zamanını aldığım için özür dilerim Ashe.” dedi Matisse sessizce.

“Lafı bile olmaz, Leydi Matisse. Leydi Sarene beni bir süreliğine verebilir sanırım. Üstelik, yeniden masallar anlatabilmek güzeldi. Hanımımın çocuk olduğu zamanların üzerinden seneler geçti.”

Matisse meraklı meraklı, “Leydi Sarene o kadar küçükken mi ona verildin?” diye sordu.

“Doğumunda, leydim.”

Matisse’in dudakları hasret dolu bir gülümsemeyle kıvrıldı.

“Sizin de bir gün kendi Seon’unuz olmalı diye düşünüyorum, Leydi Matisse.” dedi Ashe.

Kız başını dikti. “Bunu sana söyleten nedir?”

“Şey, neredeyse hiçbir Elantrian’ın Seon’suz dışarı çıkmadığı zamanlar vardı. Efendi Ruh’un bu şehri tam anlamıyla onarabileceğini düşünmeye başlıyorum. Nihayetinde, AonDor’u düzeltti. Eğer başarabilirse size de bir Seon bulmalıyız. Belki de ismi Ati olan bir tane. Bu sizin Aon’unuz, öyle değil mi?”

“Evet,” dedi Matisse. “Umut demek.”

“Zannımca size tam da uyan bir Aon,” dedi Ashe. “Eğer burada yapacaklarım bittiyse, belki de ayrıl- ”

“Matisse!” diye bağırdı biri.

Matisse uyuyan ahalisiyle dolu Tünek’e bakarak irkildi. Sesin kaynağı olan yan sokaktan, ışığın biri sallana sallana geliyordu.

Yeniden, “Matisse?” diye çağırdı o ses.

Matisse sokağı sessizce aşıp adamın durduğu yere gelerek, “Sessiz ol Mareshe!” diye tısladı. “Çocuklar uyuyor.”

“Ah,” dedi Mareshe duraksayarak. Kibirli Elantrian, Yeni Elantris’in standart giysileri olan parlak renkli pantolon ve gömlek giyiyordu; ama adam, daha estetik gösterdiğine inandığı birkaç kuşakla üstündekileri süslemişti.

“Şu babanız da nerede?” diye sordu Mareshe.

Matisse kısık bir sesle, “Kılıç talimi yaptırıyor,” diye cevapladı.

“Ne?” dedi Mareshe. “Gecenin köründe!”

Matisse omuzlarını silkti. “Dashe’i bilirsin. Aklına bir şeyi koyduysa…”

“Önce Galladon ortadan kaybolur, sonra da Dashe gecenin köründe kılıç sallamaya gider,” diyerek söylenmeye başladı Mareshe. “Keşke Efendi Ruh geri dönse…”

Matisse aniden canlanarak, “Galladon gitti mi?” diye sordu.

Mareshe başını salladı. “Zaman zaman böyle ortadan kayboluyor. Karata da öyle. Nereye gittiklerini de hiçbir zaman söylemiyorlar. Sürekli ketum davranıyorlar! ‘Kontrol sende Mareshe,’ deyip sonra da bensiz gizli toplantılarına gidiyorlar. Pes doğrusu!” Son sözüyle beraber, fenerini de yanında götürerek uzaklaştı.

Gizli bir yerlere… diye aklından geçiriyordu Matisse. Dashe’in bahsettiği kütüphane mi? Hala yanında süzülmekte olan Ashe’i gözledi. Belki de yeterince sıkıştırırsa Seon ona bir şeyler söyleye-

Tam o anda çığlıklar başladı.

Bağırışlar o kadar ani, o kadar beklenmedikti ki Matisse olduğu yerde sıçradı. Etrafında dönerek seslerin kaynağını bulmaya çalıştı. Çığlıklar Yeni Elantris’in ön kısmından geliyormuş gibi görünüyordu.

“Ashe!” dedi Matisse.

“Hemen gidiyorum, Leydi Matisse.” dedi Seon ve gecenin içinde parlak bir leke havada vınlayarak uzaklaştı.

Çığlıklar gelmeye devam ediyordu. Uzaktan, yankılanarak… Matisse ürperdi ve farkında olmadan geri geri yürüdü. Başka sesler de duymuştu. Metalin metale çarpma sesi.

Geriye, Tünek’e doğru döndü. Taid, Tünek’i denetlemekten sorumlu yetişkin, binadan geceliğiyle çıktı. Gecenin karanlığında bile Matisse adamın yüzündeki endişeyi görebiliyordu.

“Burada bekleyin,” diye seslendi adam.

Idotris korkuyla etrafına bakarak, “Bizi bırakma!” dedi.

“Geri geleceğim.” dedi Taid ve aceleyle oradan uzaklaştı.

Matisse, Idotris ile göz göze geldi. Çocuklara bakmakla görevli diğer gençler geceyi geçirmek için çoktan evlerine dönmüşlerdi. Sadece o ve Idotris kalmıştı.

“Ben de onunla gidiyorum,” dedi Idotris Taid’in arkasından yola koyularak.

Matisse oğlanı kolundan kapıp geriye çekerek, “Hayır gitmiyorsun,” dedi. Uzaklarda bağırışmalar devam ediyordu. Gözleri Tünek’e doğru kaydı. “Git ve çocukları uyandır.”

“Ne?” diye karşı çıktı Idotris öfkeyle. “Onları uyutmak için o kadar uğraştıktan sonra mı?”

Matisse, “Dediğimi yap,” diyerek patladı. “Uyandır ve ayakkabılarını giydir.”

Idotris bir süre ayak diredi, sonra bir şeyler homurdandı ve odaya doğru yürüdü. Çok geçmeden, delikanlının çocukları yataklarından kaldırıp kendisine söylenenleri yaptığını duyabiliyordu. Matisse aceleyle sokağın karşısındaki – erzak binalarından biri olan- binaya doğru hareketlendi ve orada içi yağ dolu iki fener, birkaç çakmak taşı ve çelik buldu.

Duraksadı. Ne yapıyorum ben böyle?

Devam eden çığlıklardan dolayı titreyerek, Sadece önlem alıyorum, dedi kendi kendine. Sesler gittikçe yaklaşıyor gibiydi. Matisse sokağın öte yanına hızlıca geri döndü.

“Leydim!” diye seslendi Ashe. Matisse yukarı baktığında Seon’un ona doğru alçaldığını gördü. Aon’u o kadar soluktu ki zar zor görülüyordu.

Ashe aceleyle, “Leydim,” diye tekrarladı. “Yeni Elantris’e askerler saldırıyor!”

“Ne?” dedi Matisse şok içinde.

“Kırmızı giyinmişler, Fjordelller’in boyundalar ve onlar gibi siyah saçları var, leydim. Yüzlerce asker var. Askerlerinizden bazıları şehrin ön kısmında çarpışmaya devam ediyorlar; ama askerlerinizin sayısı çok az. Yeni Elantris çoktan istila edildi! Leydim, askerler bu yana doğru geliyorlar. Hem de binalarda ne olduğunu kontrol ederek!”

Matisse şaşkına dönmüş bir halde kalakaldı. Hayır. Hayır, bu olamaz. Burada olmaz. Burası huzur dolu bir yer. Kusursuz bir yer.

Dışarıdaki dünyadan kaçtım. Kendimi ait hissettiğim bir yer buldum. Peşimden gelemez.

“Leydim!” dedi Ashe. Sesi dehşete düşmüş gibiydi. “Bu çığlıklar… Zannımca… Zannımca askerler buldukları insanlara saldırıyorlar!”

Ve buraya doğru geliyorlar.

Matisse hissizleşmiş parmakları elindeki feneri kavramış halde bekledi. Bu her şeyin sonuydu o halde. Nihayetinde, ne yapabilirdi ki? Kendisi de neredeyse bir çocuktu. Bir dilenci… Evi ve ailesi olmayan bir kız çocuğu… Ne yapabilirdi ki?

Çocuklara bakarım. Benim işim bu.

Efendi Ruh’un beni görevlendirdiği iş.

Tünek’e doğru koşturarak, “Onları buradan çıkarmamız gerekiyor,” dedi Matisse. “Askerler nereye bakmalarını gerektiğini biliyorlar, çünkü Elantris’in bu kısmını temizledik. Burası devasa bir şehir. Eğer çocukları kirli bölgeye götürebilirsek onları saklayabiliriz.”

“Evet leydim,” dedi Ashe.

“Sen git ve babamı bul! Ona ne durumda olduğumuzu anlat.”

Bu sözlerle beraber Matisse Tünek’e girerken, Ashe de gecenin içine doğru uzaklaştı. İçeride, Idotris kızın ona söylediklerini yerine getirmişti ve çocuklar, uyku sersemliği üzerlerinde, ayakkabılarını giyiyorlardı.

“Çabuk olun çocuklar,” diye seslendi Matisse.

Tiil, “Neler oluyor?” diye sordu.

Matisse, “Gitmemiz lazım.” diyerek cevapladı küçük başbelasını. “Tiil, Teor, yardımınıza ihtiyacım var. Siz ve diğer tüm büyük çocukların… Anlaşıldı mı? Biraz gayret edip küçüklere yardım etmeniz gerekiyor? Onların yürümesini ve sessiz kalmasını sağlayın. Anlaşıldı mı?”

Tiil kaşlarını çatarak, “Niye ki?” diye sordu. “Neler oluyor?”

“Acil durum. Tek bilmeniz gereken bu.”

Kollarını kavuşturan Teor, “Komuta neden sende?” diye sordu arkadaşına arka çıkarak.

“Babamı biliyorsunuz?”

İki çocuk da başıyla onayladı.

“Asker olduğunu da biliyorsunuz?”

Yeniden baş salladılar.

“Eh, bu beni de asker yapar. Kuşaktan kuşağa geçen bir şey. O bir komutan, dolayısıyla ben de bir komutanım. Bu da demek oluyor ki size emir verebilirim. Yardımcı komutanlarım olabilirsiniz ama. Tabii emirlerimi yerine getirmeye söz verirseniz.”

İki çocuk da bir süre duraksadı ve sonra Tiil onaylarcasına başını salladı, “Mantıklı.”

“Güzel. Şimdi kıpırdayın!” dedi Matisse.

Çocuklar harekete geçip miniklere yardım etmeye başladı. Matisse de çocuklara giriş kapısından karanlık sokağa doğru kılavuzluk ediyordu. Fakat, çocukların birçoğu gecenin dehşetine kapılmış ve hareket edemez vaziyetteydi.

“Matisse!” diye tısladı Idotris, kıza yaklaşarak, “Neler oluyor?”

Matisse fenerlerin yanında diz çökerek, “Ashe, Yeni Elantris’in saldırıya uğradığını söylüyor.” diye cevap verdi. “Askerler herkesi katlediyormuş.”

Idotris sessizliğe büründü.

Matisse fenerleri yaktıktan sonra ayağa kalktı. Tahmin ettiği gibi çocuklar -en ufak olanları bile- ışığa ve onun verdiği koruma hissine doğru hareketlendiler. Fenerlerden birini Idotris’e uzattı. Işığın altında genç delikanlının korku dolu suratını görebiliyordu.

Titrek bir sesle, “Ne yapacağız?” diye sordu Idotris.

Matisse odadan dışarı koşturarak, “Kaçıyoruz.” dedi.

Ve tüm çocuklar kızı takip ettiler. Geride, karanlığın ardında kalmaktansa ışığın peşinden koştular. Tiil ve Teor miniklere yardım ederken, Idotris de ağlamaya başlayanları susturmaya çalışıyordu. Matisse yanında fener taşımaktan kaygılansa da bu ona tek yol gibi görünmüştü. Gerçekten de çocukları zar zor hareket ettirebiliyorlar ve ellerinden geldiğince hızlı bir şekilde Yeni Elantris’ten – aynı zamanda korkutucu derecede yakından gelmeye başlayan çığlıkların kaynağından- uzaklaştırıyorlardı.

Bu yaptıkları aynı zamanda onları Yeni Elantris’in yerleşim bölgelerinden uzaklara götürmüştü. Matisse, karşılarına onlara yardım edebilecek birilerinin çıkmasını umuyordu; ama maalesef Aonlar üzerinde çalışmayan yetişkinler de babasıyla beraber kılıç talimindeydiler. Ashe’in işgal edileceğini söylediği evler saldırıya uğruyordu. Orada yaşayanlar da…

Elli çocuktan oluşan düzensiz grubuyla beraber Yeni Elantris’in sınırına ulaştıklarında, Bunu düşünme, diyordu Matisse kendi kendine. Neredeyse kurtulmuşlardı. Artık onlar-

Aniden bir ses Matisse’in anlamadığı sert bir dilde konuşarak arkalarından bağırdı. Matisse arkasına döndü ve dehşete düşmüş çocukların başlarının üzerinden geriye baktı. Yeni Elantris’in merkezi hafifçe parlıyordu. Alevler yüzünden.

Yeni Elantris yanıyordu.

Orada, kırmızı üniformaları içinde, ölümün alevleriyle çevrelenmiş üç kişilik bir manga duruyordu. Yanlarında kılıçları vardı.

Feneri tutan eli titriyordu, çocukları öldürmeyeceklerdir elbette, diye aklından geçirdi Matisse.

İşte o an askerlerin gözündeki kıvılcımı gördü. Tehlike dolu, zalim bakışlar… Askerler gruba doğru yürümeye başladı. Evet, çocukları öldüreceklerdi. En azından Elantrisli çocukları…

“Kaçın!” diye bağırdı Matisse, sesi titreyerek. Fakat çocukların hiçbir şekilde bu adamlardan daha hızlı koşamayacağının farkındaydı. “Kaçın! Gidin ve— ”

Aniden, sanki yoktan varolmuş gibi, bir ışık küresi havada belirdi. Ashe askerler arasında dolanıyor, adamların başlarının etrafında dönüp dikkatlerini dağıtıyordu. Adamlar Seon’a doğru öfkeyle kılıçlarını sallayıp lanet okudular.

Ki bu da, Dashe’in onlara doğru saldırıya geçtiğini fark etmemelerine sebep oldu.

Dashe, Yeni Elantris’in karanlığa gömülü dar sokaklarının birinden gelerek, adamları tam da yan taraflarından vurmuştu. Kılıcı havada parladı ve askerlerden birini yere serdi. Sonra yeniden lanetler okuyarak Seon’dan başlarını çeviren diğer iki adama doğru döndü.

Gitmeliyiz! “Kıpırdayın!” diye üsteledi Matisse, yeniden. Idotris ve diğerlerini devam etmeleri için zorluyordu. Çocuklar kılıçların çarpışmasından uzaklaştı ve Idotris’in fenerini takip ederek gecenin içine doğru hareketlendiler. Matisse bir yandan kaygıyla babasına doğru bakarak, grubu en geriden takip ediyordu.

Babasının durumu pek de parlak değildi. Kendisi çok iyi bir savaşçıydı, ancak karşısındaki askerlere iki kişi daha desteğe gelmişti. Ayrıca Dashe’in vücudu bir Elantrian olması sebebiyle normalden daha zayıftı. Genç kız titrek parmaklarıyla feneri tutarak ne yapacağını bilemez halde bekliyordu. Çocuklar Matisse’in ardındaki karanlıkta burunlarını çekiyorlardı. Kaçışları acı verici derecede yavaştı. Pasla kaplı kılıcını muhtemelen Sarene’in yeni gönderdiklerinden biriyle değiştirmiş Dashe ise yiğitçe savaşıyor ve kılıç darbelerini ardı ardına savuşturuyordu. Fakat etrafı kuşatılmaya başlamıştı.

Babasına doğru adım atarak, Bir şeyler yapmam lazım!, diye düşündü. Tam o andaysa Dashe kıza doğru dönmüştü ve Matisse adamın yüzündeki, vücudundaki kesikleri görebiliyordu. Gözlerindeki dehşeti fark ettiğinde kız korkudan yerinde donakaldı.

“Git,” diye fısıldadı Dashe. Sesi çıkmasa da dudakları hareket ediyordu, “Kaç!”

Askerlerden biri kılıcını Dashe’in göğsüne sapladı.

“Hayır!” diyerek çığlık attı Matisse. Fakat sadece, Dashe yere yığılıp orada titrer vaziyette kalakalırken, askerlerin dikkatini kıza çevirmesine neden oldu. Acı, Dashe için artık dayanılmaz hale gelmişti.

Askerler kıza doğru baktı ve sonra ilerlemeye başladılar. Dashe birkaçının icabına baksa da üçü hala ayaktaydı.

Matisse uyuştuğunu hissetti.

“Lütfen leydim!” dedi Ashe yanına süzülerek. Havada aceleyle dolanıyordu, “Kaçmanız gerekiyor!”

Babam öldü. Hayır, daha da kötüsü… Yitti. Matisse başını silkeledi ve tetikte kalmaya zorladı kendini. Dilenciyken de trajediler görmüştü. Devam etmesi gerekiyordu. Buna mecburdu.

Bu adamlar çocukları eninde sonunda bulacaktı, çünkü çocuklar çok yavaş hareket ediyorlardı. Eğer… Matisse, merkezinde parlayan Aon’un farkına vararak yanındaki Seon’a baktı. Aon’un anlamı ışıktı.

Askerler yaklaşırken, “Ashe” dedi kız aceleyle. “Idotris’i bul ve fenerinin ışığını kapatmasını söyle. Sonra da onu ve diğerlerini güvenli bir yere götür!”

“Güvenli bir yer? Güvenli bir yer kalmış mıdır, bilmiyorum.”

Hızlıca düşünerek, “Şu bahsettiğiniz kütüphane…” dedi Matisse. “Nerede?”

“Buranın tam kuzeyinde kalıyor, leydim. Küçük bir binanın altındaki gizli odada. Aon Rao ile işaretli.”

“Galladon ve Karata oradalar. Çocukları onların yanına götür. Karata ne yapılması gerektiğini bilecektir.”

“Evet. Kulağa iyi geliyor.”

Seon uçarak uzaklaşırken, “Fener hakkında söylediklerimi unutma.” dedi Matisse ve yaklaşan askerlerle yüzleşmek için döndü. Sonra elini kaldırıp titreyen parmaklarıyla çizmeye başladı.

Parmaklarının havaya şekli çizdiği yerlerden ışık fışkırmaya başladı. Korkusuna rağmen, kendini sakin kalmaya ve Aon’u tamamlamaya zorluyordu. Askerler kızı seyrederek durakladılar. Sonra aralarından biri, Matisse’in Fjorca olduğunu varsaydığı gırtlaktan gelen bir dilde bir şeyler söyledi ve yeniden kıza doğru ilerlemeye başladılar.

Matisse, Aon’u tamamlamıştı. Seon arkadaşının özündeki Aon Ashe’in benzeriydi. Ancak, tabii ki de Aon hiçbir işe yaramadı. Her zaman olduğu gibi, sadece havada asılı kaldı. Askerler hiç umursamadan, tam da Aon’un üstüne doğru yürüyerek yaklaşmaya devam ettiler.

Bu işe yarasa iyi olur, diye düşündü Matisse ve sonra parmağını Galladon’ın tarif ettiği yere yerleştirerek son çizgiyi de çekti.

Çizer çizmez Aon -Aon Ashe- güçlü bir ışıkla, tam da askerlerin suratının önünde parlamaya başladı. Ani ışık patlaması gözlerine çakarken askerler önce bağrıştılar, daha sonra küfrederek geriye doğru tökezlediler. Matisse fenerini almak için uzandı ve koşmaya başladı.

Askerler arkasından bağırıp kızın peşine düştüler. Ve, tıpkı daha önce çocukların da yaptığı gibi, önlerindeki ışığı takip ediyorlardı. Kızın ışığının… Idotris ve diğerleri o kadar da uzaklaşmamıştı. Matisse, gecenin içinde gölgelerinin hareket ettiğini görebiliyordu. Fakat biraz önceki ışık patlaması yüzünden, askerlerin görüşleri ufak hareketleri göremeyecekleri ölçüde zayıflamıştı ve ayrıca Idotris fenerini söndürmüştü. Askerlerin odaklanabilecekleri tek şey Matisse’in elindeki fenerdi.

Matisse, korkudan titreyen parmaklarında taşıdığı feneriyle adamları gecenin derinliklerine doğru sürükledi. Eski Elantris’e girdiğinde askerlerin hala kendisini takip ettiğini duyabiliyordu. Yeni Elantris’in temiz kaldırımlarının yerini çamur ve karanlık almıştı. Matisse, kayıp tökezlemesin diye hızlıca hareket etmeyi bırakmak zorunda kaldı.

Yine de aceleyle hareket ediyordu. Çabuk çabuk köşeleri dönerek takipçilerinin önünde kalmaya çabaladı. Çok yorgun hissediyordu kendini. Bir Elantrian olarak koşmak gerçekten zordu. Hızlı hareket edebilecek kadar gücü de kalmamıştı. Daha şimdiden güçlü bir yorgunluk dalgasını hissedebiliyordu içinde. Artık takipçilerinin sesi kulaklarına çalınmıyordu. Belki de…

Köşeyi döndü ve gecenin karanlığında bekleyen bir çift askerle çarpıştı. Matisse onların önceki askerler olduğunu anladı. Adamlara bakarak şok içinde duraksadı.

Bunlar eğitimli askerler, diye geçirdi aklından. Elbette düşmanlarının etrafını çevirip yolunu kesmeyi bilecekler! Koşmak için arkasına doğru döndü, ama adamlardan biri onu kolundan yakaladı. Fjordell dilinde bir şeyler söyleyip gülüyordu.

Matisse feneri elinden düşürerek çığlık attı. Kolunu kavrayan asker tökezledi, ancak kızı sıkıca tutmayı sürdürdü.

Düşün! dedi Matisse kendi kendine. Çok az zamanın var. Çamurda ayağı kaydı. Bir an için duraksadı ve sonra bilerek kendini yere bıraktı. Düşerken aynı zamanda kolunu tutan askerin bacağına tekmeyi yapıştırmıştı.

Tek bir şeye güveniyordu: Elantris’te yaşamıştı. Çamurda ve balçıkta nasıl hareket etmesi gerektiğini biliyordu. Bu askerler içinse tam tersi geçerliydi. Attığı tekme onu haklı çıkarmıştı. Asker aniden kayıp arkadaşının üstüne devrildi, Matisse’i bıraktı ve çamurlu kaldırım taşlarının üzerine yapıştı.

O parlak renkli güzel kıyafeti artık Elantris çamuruna bulanmış halde ayaklarının üzerinde durmaya çabaladı Matisse. Bacağı yepyeni bir acıyla yanıyordu. Bileğini burkmuştu. Geçmişte, büyük acılara neden olacak şeylerden kaçınmak için çok dikkat etmişti; fakat bu daha önce edindiklerinden çok çok daha güçlü bir acıydı. Yüzündeki kesikten bile güçlü bir acı. Bacağı, böyle bir acının var olabileceğine neredeyse inanamayacağı ölçüde yanıyor ve acı bir an olsun azalmıyordu. Matisse’in bacağı acıyla yanmaya devam etti. Bir Elantrian’ın yaraları asla iyileşmezdi.

Yine de topallaya topallaya da olsa kendini yürümeye zorladı. Düşünmeden hareket ediyor, sadece askerlerden uzaklaşabilmeyi umuyordu. Matisse, ayağa kalkmaya çalışan askerlerin küfür ettiklerini duydu ve hafifçe sekerek yürümeye devam etti. Alevler içindeki Yeni Elantris’in ışıltısını görene kadar çember çizdiğinin farkına varmamıştı. Başladığı yere geri dönmüştü.

Duraksadı. İşte, Dashe oradaydı. Kaldırım taşlarının üzerinde. Matisse artık kovalanıp kovalanmadığını umursamaksızın ona doğru hızlandı. Babası, göğsüne saplanan kılıçla beraber yerde yatıyordu ve fısıldadığını duyabiliyordu.

“Kaç Matisse. Güvenli bir yere kaç…” Bir Yitik’in sayıklamaları.

Matisse dizlerinin üstüne çöktü. Çocukların emniyete kavuşmasını sağlamıştı. Bu kadarı yeterdi. Arkasında bir ses duydu ve dönüp baktığında askerlerden birinin yaklaştığını gördü. Arkadaşı başka bir yöne gitmiş olmalıydı. Karşısındaki adamın üstü balçıkla kaplıydı ve Matisse adamı tanıdı. Tekme attığı askerdi bu.

Bacağım çok ağrıyor! diye geçirdi aklından. Yeniden önüne döndü ve Dashe’in hareketsiz bedenine tutundu. Daha fazla kıpırdayamayacak kadar yorgun ve aynı zamanda acılar içindeydi.

Asker, Matisse’i omzundan kavradı, babasının cesedinden koparıp aldı ve kendine doğru çevirdi. Bu hareket Matisse’in kollarına yeni acılar ekledi.

Yoğun aksanlı sesiyle, “Söyle bana,” diye başladı asker, “Diğer çocukların nereye gittiğini söyle bana.”

Matisse, nafile bir çabayla mücadele etmeye çalıştı. “Bilmiyorum!” dedi. Ama biliyordu. Ashe söylemişti. Niye kütüphanenin nerede olduğunu sordum ki? diyerek kendini içten içe azarladı. Bilmeseydim, onları ele veremezdim!

Bir eliyle kızı tutmaya devam edip diğer eliyle de kemerindeki hançere uzanırken, “Söyle bana,” diye tekrarladı asker. “Söyle, yoksa canını acıtırım. Hem de çok.”

Matisse, boşuna çabalamaya devam etti. Eğer Elantrian gözleri gözyaşı oluşumuna izin verseydi şu an ağlıyor olurdu. Asker, ciddiyetini göstermek istercesine hançeri kızın yüzüne doğru tuttu. Matisse hayatı boyunca hiç bu kadar dehşete düşmemişti.

Ve işte o an, yer sarsılmaya başladı.

Ufuk çizgisi şafağın gelişiyle aydınlanmaya başlamıştı; fakat ufuktaki parıltı şehrin sınırlarından yayılan ani ışık patlamasının gölgesinde kalıyordu. Asker duraksadı, göğe bakıyordu.

Aniden, Matisse içinin ısındığını hissetti.

O ana kadar, kendisini sıcak hissetmeyi ne kadar özlediğinin, Elantrian vücudunun cansız soğukluğuna ne kadar alıştığının farkına varmamıştı. Fakat sıcaklık, sanki birileri damarlarına sıcak bir sıvı enjekte etmişçesine tüm vücudu boyunca dolaşıyor gibiydi. Bu inanılmaz ve harika his karşısında nefesi kesildi.

Bir şeyler yolundaydı. Bir şeyler mükemmel bir şekilde yolundaydı.

Asker aniden kıza doğru döndü. Başını kaldırdı, sonra uzandı ve sert parmağını kızın uzun süre önce yaralanmış yanağı boyunca gezdirdi.

“İyileşmiş?” diyebildi asker, kafası karışmış bir şekilde.

Matisse harika hissediyordu. Kalbini… Kalbini hissediyordu!

Aklı bulanan adam, hançerini yeniden kaldırdı. “İyileştin,” dedi asker, “Fakat ben seni yeniden yaralayabilirim.”

Matisse’in vücudu artık kendini güçlü hissediyordu. Yine de o küçük bir kızdı ve karşısındaki eğitimli bir askerdi. Mücadeleye devam etti. Aklı, teninin lekeli olmaktan çıkıp gümüşi bir renge büründüğünü yeni yeni idrak etmeye başladı. Oluyordu! Tam da Ashe’in tahmin ettiği gibi! Elantris yeniden doğuyordu.

Ve o yine de ölecekti. Hiç adil değildi bu! Askerin kavrayışından kurtulmaya çalışırken öfkeyle çığlık attı. Kusursuz bir ironiydi. Şehir iyileşiyor, ama bu durum Matisse’i bu korkunç adamın elinden-

“Sanırım bir şeyi fark edemedin dostum,” dedi bir ses aniden.

Asker duraksadı.

“Eğer ışık onu iyileştirdiyse,” diye devam etti aynı ses. “O zaman beni de iyileştirmiştir.”

Asker acıyla haykırdı, Matisse’i bıraktı ve sendeleyerek devrildi. Matisse geriye kaçarken adam da yere yığılmıştı. Sonunda askerin arkasında kimin olduğunu görebiliyordu: Vücudu lekelerden arınmış, içten gelen bir ışıkla parlayan babası… Gümüşi ve olağanüstü görüntüsüyle bir tanrıyı andırıyordu.

Kıyafeti yaralandığı bölgeden yırtılmıştı, fakat altındaki deri iyileşmiş görünüyordu. Elinde, dakikalar önce onu bizzat deşmiş kılıcı tutuyordu.

Kız ağlayarak -sonunda ağlayabiliyordu!- babasına koştu ve onu kollarıyla sıkıca kavradı.

“Diğer çocuklar nerede Matisse?” diye sordu babası, aceleyle.

Matisse, “Onlara göz kulak oldum Baba,” diyerek fısıldadı. “Herkesin bir işi var ve benimki de bu. Ben çocuklara bakarım.”

* * *

“İlginç,” dedi Raoden. “Peki çocuklara ne oldu?”

Ashe, “Onları kütüphaneye ulaştırdım,” diyerek cevaplamaya başladı. “Galladon ve Karata çoktan oradan gitmişti. İkisi Yeni Elantris’e doğru hızla dönerken onları kaçırmış olmalıyız. Yine de çocukları içeriye sakladım ve rahatlatmak için yanlarında kaldım. Şehrin içinde neler olup bittiğini çok merak ediyordum; ama bu zavallı varlıklar…”

“Anlıyorum,” dedi Raoden. “Ve Matisse… Dashe’nin küçük kızı. Başından neler geçtiği hakkında en ufak fikrim yoktu.” Raoden gülümsedi. Dashe’i Yeni Elantris’e olan hizmetlerinden ötürü, önceki sahipleri ölmüş ve delilikten kurtulduklarında kendilerini hizmet edecekleri birinden yoksun vaziyette bulan iki Seon verilmişti. Dashe de onlardan birini kızına vermişti.

“Matisse hangi Seon’u aldı?” diye sordu Raoden. “Ati mi?”

“Aslında, hayır. Yanılmıyorsam Aeo’ydu.”

Raoden gülümseyerek, “Aynı oranda uygun,” dedi ve kapı açılırken ayağa kalktı. Karısı, Kraliçe Sarene hamile karnı önde, içeri girdi.

“Katılıyorum.” dedi Ashe, Sarene’e doğru süzülerek.

Aeo. Cesaret demekti.
Çeviri, Volkan Çalışkan
Editör, Bülent Özgün, Hazal Çamur

* * *

Copyright: Brandon Sanderson 2006. Tüm hakları saklıdır.

Kaynak:

Facebook Twitter WhatsApp

Diğer gönderilerimize göz at

Yorum yapın