medyauzmani.com

Kıyamete Bir Milyar Yıl: Sorun Sende Değil, Kâinatta!

Kıyamete Bir Milyar Yıl kitabını okumaya karar vermem üniversite topluluğumuzun kitap kulübünde ortak okunacak kitap olarak belirlenmesiyle gerçekleşti. Arkadi ve Boris Strugatski’nin okuduğum ilk kitaplarıydı. İlk başta salt kurgusal bir bilimkurgu eseri gibi gözüküyordu, o yüzden bir macera kitabı okur gibi başladım. Ama ilerledikçe aslında böyle bir eser olmadığının farkına vardım.

İnternet üzerinden daha önce yapılan kitap yorumlarına baktığımda göze en çok çarpan noktalardan birinin olay örgüsünün bozukluğu üzerine olduğuydu. Ben bu durumu ilk defa Marguerite Duras okurken hissettim. Umut Çomak ve diğer birçok kişinin belirttiği gibi ilk başta çeviri hatası olarak düşündüğüm bu durum aslında çok farklı bir yazım tarzının özelliğiydi. Bu yazım türünden bahsetmeden önce yazarlar hakkında çok az bahsedelim.

Arkadi Strugatski işin kurgu kısmında -ki kendisi bir dil ve edebiyat mezunu-, Boris Strugatski ise fizik bölümünden mezun, o da bilim tarafını tamamlıyor. İki kardeş bir araya geliyorlar; edebi kurguyu ve bilimsel gerçeği birleştirerek ortaya güzel çalışmalar çıkarıyorlar. Yaşadıkları dönem tam da savaş dönemine denk geliyor. Bu savaş onlar gibi birçok yazarı etkileyen İkinci Dünya Savaşı. Bilindiği üzere varoluşçuluk düşüncesi bu savaş döneminin temel düşünce akımı haline geldi. Bu düşünce akımı daha sonra evrimleşerek her coğrafyada farklı varoluşsal sorunlar yarattı. Elbette bu Rusya’da da benzer ama farklı oluştu, bu yüzden bu düşüncelerin farklı milletlerde nasıl ele alındığını öğrenmek gerekiyor. Ahmet Göğercin hocamın dediği gibi; bir edebi eseri incelerken yazılan dönemin toplumsal düşünce yapısını bilmek, siyasi gücün ideolojini göz önünde bulundurmak ve dönemin edebi felsefesini çözmek gerekiyor.

Yüzyılın ortalarında, temeli varoluşçuluk olan yeni bir düşünce akımı meydana geliyor, absürdizm [1] tüm varoluşsal çabaların boşa olduğunu savunan Ateist bir düşünce. Edebiyatta genel olarak işlenen absürd temalar insanın yalnızlığı, dünyanın sessizliği, bir arayış içinde bulunmak ve bilinçsizlik gibi konulardır. Bu eserde çok az da olsa bu noktalara değinen yerleri belirteceğim. Ama bizim için önemli olan diğer nokta yeni roman [2] akımıdır. Bu yüzyılın sonlarına doğru etkisini gösteriyor. Klasik romandaki insan tiplemeleri kullanarak karakterler yaratmaktan ziyade yeni romanda karakterlerin söyledikleri ve düşündükleri yer alır. Kişiler anlattıklarından başka bir şey değildir. Oluşan bir konuyu ya da konu boyunca şahit olduğumuz bir olayı anlatır. Kendini arayan bir kahraman bulunur. Yazar eserini klasik romandaki gibi bir plan doğrultusunda yazmak zorunda değildir. Yukarıda değindiğimiz gibi bir devamlılık sorunu oluşmaktadır. Eğer aynı akımla yazılmış başka bir kitap okursanız bunu fark edebilirsiniz. Yani ne çevirmende ne yayıncıda ne de yazarda bir hata var. Hatta bir edebiyatçı olan Arkadi Strugatski’nin bunların bilincinde olduğunu düşünüyorum.

Daha önce baktığım incelemelerden alıntılar yaparak başlayacağım. Şunu da belirtmekte fayda var: Yalnızca Türkçe yazılmış incelemelere bakabildim. Umut Çomak, Kasım 2015 tarihli yazısında [3] güzel bir noktaya değiniyor: “Kitap boyunca olayın kurgusundan çok karakterlerin psikolojisini okuyoruz.” Gerçekten de bu ifade yukarıda belirttiğimiz yeni roman akımının özeti niteliğinde, kitapta klasik romanlardaki gibi bir mekânın biçimlendirdiği bir karakter yok, karakterler söylemlerini ve ait oldukları sınıfın sözcüsü niteliğindeler.

Konuştukları her şey kendilerinin ve yansıttığı sınıfın psikolojisini oluşturuyor.

Diğer bir nokta sansür konusu. Kitabı okuyup bitiren herkes, sansüre maruz kalacak bir durumla karşılaşmadığını söyleyecektir. Bu sansür aslında sonsözde belirtildiği üzere alt metinde yatıyor. Bu da çok önemli olmayan yazar-editör arasında çıkan kitapta geçen bazı sembolik ifadelerin kaldırılmasına ilişkin bir çelişkiden doğmuş.

Kitabın arka kapak yazısında, Derin Demir’in Kasım 2015 tarihli yazısında [4] da belirttiği gibi kitabın özü olan “Fantastik olayları fantastik olmayan varsayımlarla nasıl açıklarsın?” cümlesine yer verilmiş. Bu cümle ana karakterin başına gelen olayları aktarırken nasıl bir yol izleyeceği, ait olduğu sınıfı yani bilim dünyasını nasıl savunacağını soruyor. Eğer ana karakteri tüm bilim dünyasının ve faaliyetlerinin yerine koyarsak, bu çalışmalarının karşısında bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yer alması gereken bir güç olacaktır. Bu gizli bir şekilde yansıtılıyor. İster uzaylılar deyin ister rakip devletler ama en sonunda varılacak nokta bir savaş durumu, bir mücadeledir. Kendine, topluma, dünyaya ve kâinata karşı bir mücadele. Yine arka kapakta, absürd akıma gönderme yapılan şu cümlede olduğu gibi: “Kıyamete Bir Milyar Yıl, edebiyatın ‘Sorun sende değil, kâinatta!’ deme biçimi. Bu dolaylı yandan insanı kasteden kâinatın varoluşsal bir sorunu.”
“… Fantastik olayları fantastik olmayan varsayımlarla nasıl açıklarsın?” [5]
Bu cümleye farklı bir yorum daha katmak istiyorum. Fantastik olaylar deyince akla gelen nesneler, düşünceler hemen hemen benzerdir. İnsanın hayalinde canlanan ne varsa fantastik olarak görülür. Bu tamamen yanlış bir düşüncedir. Aslında gözümüzle gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, mantığımızla kavradığımız “gerçek” olarak adlandırdığımız her ne varsa birer fantazyadır. Örneğin bir böceğin kıl kadar bacaklarıyla yürümesini izleyin, bu nasıl fantastik bir olay olmaz? En küçük bir hücrenin makine gibi çalışmasından tutun da evrenin diğer ucunda birbirlerini kovalayan gezegenlere kadar ne varsa birer fantastik olaydır aslında. Sartre’ın söz ettiği gibi: “Tek bir fantastik nesne vardır; o da insandır.” [6]

Burada fantastik olarak varsayılan yalnızca insan değildir aslında, dolaylı yoldan insana dair ne varsa her şeyi içerir, düşünün. Peki böyle bir fantastik olayı nasıl açıklarız? Fantastik olmayan tek bir şey söz konusudur. Ölüm bir varsayımdır. Bu yaşamda fantastik olmayan tek gerçek varsa, o da ölümdür. Bu da tüm fantazyayı bir açıklığa kavuşturur.

Kitabın adı Kıyamete Bir Milyar Yıl [7] ve böyle bir başlık içerikle doğrudan ilgili değil. Belki de bilimin ışığı dünyanın sonunu aydınlatıyordu veya bilim zincire vurulmuştu ve dünyanın sonunu hazırlamak isteyenler tarafından kullanılıyordu ve bu zincirden kurtulmak çok uzun sürecekti. Yankı Enki’nin yazısında [8] belirttiği gibi: “… basit ama gizemli vakaların kıyametle, dünyanın sonuyla bir ilgisi var mıydı? Belki de bilimin öznesi olması gereken bilim insanları, farkında olmadan nesne haline gelmiş, böylece bu kıyamet öyküsünün gizli öznesi de bilinmeyen güçler olmuştu.” Bu bilinmeyen güçler, bu özne zaten bilimi hep savaş için kullanmadı mı? Çok eskiye gitmeye gerek yok daha geçen yüzyılda oldu her şey. Makineli tüfekler, insansız savaş araçları, nükleer bombalar ve birçok bilimsel gelişme. Bunlar birer gelişmeyse ve pekâlâ gerçekten bilim bizi bir kıyamete sürüklüyor, belki de biz onu sürüklüyoruz.

Eserde yine Yankı Enki’nin belirttiği gibi günümüz dönemine ışık tutacak bir modern çağ eleştirisi yer alıyor. Yaşadıkları dönemin olaylarının, kötü ve acımasız insan rolünün sebeplerini ve bu durumda ortaya çıkacak sonuçları ilişkilendiriyorlar. Bunları kavrayabilmek ilk başta çok zor. Bunun en büyük sorunlarından biri kitabın bir edebi editörü olmadığından kaynaklandığını düşünüyorum. Bundan ötürü zaten okumaya başladığınızda, klasik bir bilimkurgu romanı okuyormuş gibi salt macera ögeleri bekliyorsunuz, ama kitabın ortasına kadar geliyorsunuz ve bir macera göremiyorsunuz. Aslında kitap altıncı bölüme kadar bir bilimkurgu alt zemini hazırlıyor ve sonrasında ana karakterimizin yaşanılan olaylara karşı tepkileri üzerinden felsefe ve sosyoloji üzerine tartışmalar başlıyor. Son yirmi sayfada bu daha iyi anlaşılıyor, bunlara yeri geldikçe değineceğiz.

Kitap, ana karakterin ruhsal yalnızlığını anlatan bir anlatımla başlıyor. Bu yeni romanın bir özelliği kullanılarak, anlatım kuralı hiçe sayılarak verilmiş, aniden gelen bir siparişin, kişideki bilinçsizliği ortaya çıkarması monolog bir anlatımla sunulmuş. Ana karakter bu sipariş sonrası sürekli kendine bilinçsizce sorular soruyor. İlk sayfadaki ortam betimlemesinden de anlayacağımız gibi:
“Mutfak masasında, ekmek kırıntılarının arasında üzerinde kurumuş yumurta kalıntıları olan tavadan, bitmemiş bir bardak çaydan ve ucu ısırılmış, yağı sızan bir parça çörekten bir natürmort sergileniyordu.”
Buradan aslında ana karakterin uzun zamandır bir yalnızlık içinde olduğu çıkarılabilir. Belki bu eşinin gittiği gün başlamış olabilir. Daha sonraki paragraflarda kedisi için yemek verdiği sırada, en son ne zaman kedisini beslediğini tam olarak hatırlamıyor. Sonra habersiz bir posta geliyor ve bilinçsiz bir şekilde kendine sorular soruyor. Birinci bölümde bilim insanı olan diğer arkadaşı ile ciddi telefon görüşmesi, arkadaşı tarafından saçma bir şekilde yön değiştirip ciddiyetsizleştiriliyor. Olay örgüsü merkezine koyabileceğimiz, daha sonraki bölümlerde ölecek olan komşusu Snegovoy’u da ilk defa burada görüyoruz. Birçok “yeni roman” etkisindeki eser gibi, sonra aniden kapı çalıyor ve genel konu değişiyor. Konu insan ilişkilerindeki absürtlüklere geliyor.

İkinci bölümde tüm saçmalıklara rağmen yapılacak tek şeyin insanlar arası samimi ilişkilerin olduğu konusu vurgulanıyor. İnsanlar arasındaki absürtlüğün çözümü için bir öneri sunuluyor. İnsan ilişkilerinin samimiyeti, dürüstlüğü ve güvenilirliği üzerinde duruluyor. Mesela evlilik konusunda:
“ (…) Evlilik sence nedir? Gerçek bir evlilik. Entelektüel bir evlilik. Evlilik bir sözleşmedir. (…) Arkadaşlığın en önemli şey olduğunu düşünen karı ve kocanın, öncelikle arkadaş olmaları bağlamında. Sadakat ve dostluk. Evlilik dostluktur. Dostluk üzerine bir sözleşme, anlıyor musun?”
İnsanlar arasında yaygınlaşan yalnızlık, bilinçsizlik, neşesizlik, dünyanın sessizliği ancak insanlar arası ilişkilerin samimiyetle artması ile mümkün kılınabilir:
“Kim kesti neşenin sesini?” diye neşeyle sordu Malyanov, “Bu dünyada her şey saçmalık! Sadece tek bir lüks var, o da insani münasebet!”
Bölümün sonunda Snegovoy onu evine davet ediyor ve daha sonra kendisinin de bu konuda samimi olmadığının farkına varıyor. Karşı komşusu Snegovoy ile beş yıldır tanışmasına rağmen ilk defa evine girdiğini belirtiyor.

Üçüncü bölümde tekrar konu değişiyor, bilim ve otorite çarpışmasına dönüşüyor. Her yerde geçerli olan bir şey varsa o da yapılan her bilimsel ve sanatsal çalışmanın bir otorite tarafından yönetilmesidir. Eserdeki bilim tarafının bu otoriteye karşı bir başkaldırısı söz konusu olduğu için, burada şu ifadeyi paylaşmak çok doğru olacaktır:
“Sonra aklına kendisinin kahrolası bir suçlu değil; bir bilim adamı, bir bilim doktoru, çalıştığı dairede önde gelen biri olduğu aklına geldi. Ayrıca küçük bir çocuk da değildi. Bacak bacak üzerine attı, daha rahatça yayıldı ve soğukkanlılıkla konuştu.”
Bu bölüm otoritenin yenilemeyecek bir üstünlüğe sahip olduğunu kanıtlıyor ve bilimsel çalışmaların eğer kendi çıkarları doğrultusunda olmazlarsa, ne olurlarsa olsunlar hiçbir önemi olmadıklarını belirtiyor. Bölümün sonunda, bu çatışmanın sonucunda kimin daha çok kaybedeceği belli oluyor. Snegovoy ölüyor ve ana karakterimiz Malyanov’a gelen adam (İgor Petroviç) onu çalışmalarına dikkat etmesi konusunda uyarıyor.
“Malyanov gözlerini bir çizime, bir İgor Petroviç’in yüzüne çevirip duruyordu. Bunların hiçbir anlamı yoktu. Hem de öyle saçmaydı ki, konuşmanın, bağırmanın hatta susmanın bile bir anlamı yoktu. Aslında böyle bir durumda yapılması gereken uyanıvermekten ibaretti.”

“Önemi yok” diye tekrar etti Malyanov. “Biliyor musunuz, bunun sizin için önemi yok,” dedi aceleyle masadan kağıtları toplayıp ve çekmeceye tıkıştırırken. “Sen şurada lanetlenmiş gibi otur, çalış çabala, sonra birileri gelsin ve bunun önemi olmadığını söylesin.” Yere çöküp dağılmış olan müsveddeleri toplarken söyleniyordu.”
Dördüncü bölümde ana karakterimiz, bu genel soruna bir çözüm bulma amacıyla çok güvendiği diğer bilim insanı arkadaşının yanına varıyor. Bunca olan şeyden sonra bilimsel çalışma yapmak ne kadar doğru? Belki de umursamadan yaşamayı tercih eden ve Malyanov’u da ikna etmeye çalışan sekizinci kattaki (burada üst katta oturmasını bilim dünyasında saygın bir konumda olması olarak yorumluyorum, ayrıca yine devamında giysisine, ev düzenine ve pahalı kalemine de bir vurgu yapılmış) bilim insanı arkadaşı Veçerovski haklı olabilir mi?
“Bizi neyin beklediğini kim bilebilir ki? Ne olacağını kim bilir? Belki de güçlü bir şey olacak, belki adice bir şey. Belki de ölüm gelecek, belki ölüme mahkûm edecekler. Geleceğe fazla dalmak yersiz…”
Beşinci ve altıncı bölümlerde ana karakterimizin ilk başta telefonla konuştuğu arkadaşı, Vayngarten’nin otorite ile yaşadığı durum ve beraberindeki Gubar adlı adamın yaşam öyküsü aktarılıyor. Bu bölümlerde bilimkurgusal alt kurgu devam ettiriliyor. En sonda bu üç arkadaş tüm bilim dünyasını düşünüyorlar ve otoriteyi sorgulayarak bu olaylara karşı bir çözüm arayışına giriyorlar.

Arkadi ve Boris Strugatski

Yedinci bölümde sekizinci kattaki Veçerovski’yi de ikna ediyorlar ve onlardan daha önemsiz bir konuyla ilgilenen Glukhov adlı bir bilim insanıyla beraber Veçerovski de bu tartışmaya katılıyor. Veçerovski’ye göre bu otorite bir yüksek uygarlık ve bilimi kendine uygun ölçüde tutmaya çalışıyor. Bilimi savunmanın aslında tüm dünya biyolojisini savunmak olduğunu dile getiriyor. Çözüm için tüm bilim insanlarını ikna etme çalışmasına girmek gerektiğini düşünüyor ve durumun ciddiyetini şöyle vurguluyor:
“ (…) Eviniz yandığında ya da fırtınada yıkıldığında ya da sel alıp gittiğinde eve ne olduğunu değil, şimdi nerede yaşayacağınızı, nasıl yaşayacağınızı ve ondan sonra ne yapacağınızı düşünmelisiniz… (…) …başınıza gelenlerin HİÇBİR İLGİNÇLİĞİ YOK. Burada ilginç bir şey yok, incelenecek bir şey yok, analiz edilecek bir şey yok. Bütün bu sebep arayışlarınız, tembel merakından başka bir şey değil. Nasıl bir presin altında ezildiğinizi değil, basınç altında nasıl davranacağınızı düşünmelisiniz. Ve bunu düşünmek de Asoka Krallığıyla ilgili fanteziler kurmaktan çok daha güçtür, çünkü bundan böyle her biriniz YALNIZSINIZ. Kimse size yardım etmeyecek. Kimse size akıl vermeyecek. Kimse sizin adınıza karar vermeyecek. Ne bir akademisyen ne hükümet ne de ilerici insanlık… Valya bunu yeterince iyi anlattı.”
HİÇBİR İLGİNÇLİĞİ YOK. Tüm yaşanılan ne varsa bunların üstünde düşünülecek bir ilginç yan bulunmuyor, Veçerovski için bütün her şey saçma birer uğraş aslında, izlenilen yoldan çok sonucu görüyor. Bu durumda tamamen yalnız oldukları gerçeğini kabullenmek başta önemli çünkü dünyada gerçek bilim tarafları bir azınlık konumunda. Otorite tüm insanlığı zaten etkisi altına almış durumdaydı.
“Çünkü karanlık bir çağda yaşıyoruz… (…) Çağımız hâlâ yüksek silindir şapkalar takıyor ve biz de koşmaya devam ediyoruz, eylemsizlik saati ve gündelik uğraşlarımıza veda saati çaldığında ayrılık ânı da gelir ve artık hiçbir şeyin hayalini görmeyiz…”
Bir seçim yapmak gerekiyordu. Neyi seçmemiz gerektiği çok açıktı, Glukhov’a göre. O bütün bilimi bırakmayı ve yaşamayı öneriyordu, savaştan korkuyor muydu?
“Ama bu çok açık!” dedi Glukhov, alışılmadık bir duyguyla. “Neyi seçmeniz gerektiği açık değil mi? Hayatı seçmek gerek! Başka neyi? Teleskopunuzu değil, aletlerinizi değil… Bırakın teleskopunuz boğazlarında kalsın! Nebula gazlarınız da! Yaşamak gerek sevmek gerek doğayı hissetmek gerek hissetmek diyorum, onun içinde eşinmek değil! Bir ağaca, bir çalıya baktığımda hissediyorum, biliyorum ki bu benim dostumdur, birbirimiz için varız, birbirimize muhtacız…”
Otorite bütün insanlığı zaten etkisi altına almıştı dedik. Peki bu nasıl oldu ya da olmaya devam ediyor. Sekizinci bölümde sorgulama başlıyor, bütün bu olaylar, bütün bu saçmalıklar neden oluyor? İnsanlar, kıyamete doğru giden bu absürtlüğün farkında değiller. Bilim insanları nasıl oluyor da otorite karşısında bir güç elde edemiyorlar? Sekizinci kattaki Veçerovski’nin ağzından dinleyelim bunları:
“ (…) Şimdi, daha düne kadar bir insan, toplumun bir üyesi olduğumu, kendime has kaygılarım ve sıkıntılarım bulunduğunu, ama toplum tarafından konulan kuralları takip ettiğim sürece (ve bu da hiç zor sayılmazdı, şimdiden bir alışkanlık haline gelmişti), olası bütün tehlikelerden polis, ordu, sendikalar, kamusal düşünce, dostlar ve aile tarafından korunmakta olduğumu ve nihayet çevremdeki her şeyin karmakarışık olduğunu, bir çatlağa gizlenmiş yayın balığının yalnızlığına düştüğümü, çevremde ise korkunç ve ayırt edilemeyen, iri dişlere bile ihtiyacı olmayan gölgelerin yürüdüğünü ve süzüldüğünü, beni un ufak, dümdüz etmek, hiçliğe çevirmek için bunların yüzgeçlerinin hafif bir hareketinin yeteceğini düşündüm ansızın… Ve anlamam gerekiyordu ki, bu çatlakta oturduğum sürece dokunulmazdım. Hatta daha da korkuncu; beni insanlıktan ayırmışlardı, tıpkı koyunu sürüden ayırdıkları gibi ve bilinmeyen bir yere, bilinmeye bir nedenle sürmüşlerdi, bunu fark etmeyen sürü ise sakince yoluna devam ediyordu ve uzaklaşıyor, uzaklaşıyordu…”
Dünyada var olan, insan icadı bütün her şey, bilimsel gelişmeler, teknolojik gelişmeler; bunların kötü amaçlar için kullanılması, insanın doğa üzerinde tiranlık kurması ya da diğer insanlar ve canlılar üzerinde baskı kurması ve yüksek uygarlık adı altında dünya üzerinde bilinçaltı psikolojik bir savaşı yönetmesi. Bütün bunlar insancıl mı? Bütün bunlar aslında birer saçmalık ve bu absürtlüğe sessiz kalan bir dünya, bir insanlık.
“ (…) Baudelaire’deki gibi. Fazlasıyla insani, yani hayvani. Aklın ürünü değil, akılsızlığın ürünü. “Dur bakalım!” dedim, bir elimde çaydanlık, diğerinde de bir paket Seylan çayıyla.”
Charles Baudelaire’in burada belirttiği çok güzel bir nokta var. Her şey insancıldır. İnsan doğaya ait bir hayvandır, bu yüzden insan, insan olduğu için akıllıdır ama aynı zamanda bir hayvan olduğu için akılsızca ve vahşice davranır. Burada Malyanov’u gerçeği fark eden insanlığın saçma ve bilinçsiz vaziyetine benzetebiliriz.

Akıl kendini akılsız nükleer bir savaşla vahşice yok eder. Varoluşun absürtlüğü, yok oluşun nedenleri, insanlığın bütün ilkel davranışları; bilimin uğraştığı yüksek uygarlık seviyesi yolundaki atılan ilkel bilimsel çatışmalar arasında yer alır. Bunlar çok basit bir şekilde karşılanmamalıdır.

Dokuzuncu bölümde Vayngarten’in seçimini görüyoruz. Vayngarten seçimini savaştan çekilmekten yana kullanıyor. Onun için dünyadaki en değerli şey kendi kişiliği, ailesi ve dostları ama insanlık için, dünyalıların onuru için, galaktik bir saygınlık için uğraşmak istemiyor. Kendi varoluşsal yalnızlığını tercih ediyor. Bu, absürdizm temalarına uygun olarak bir kıyaslama ile verilmiş:
“On dokuzuncu yüzyıl değil bu. On dokuzuncu yüzyılda korkutuyorlardı. Yirminci yüzyılda böyle aptallıklarla uğraşmıyorlar. Yirminci yüzyılda satın alıyorlar. Beni korkutmadılar, satın aldılar, anlıyor musun, ihtiyar? Seçim işte! Ya seni pestilin çıkıncaya kadar eziyorlar, ya da iki akademi üyesinin almak için birbirlerini yedikleri yeni bir enstitüyü sana veriyorlar.”
Daha sonra Vayngarten, Malyanov’u da Veçerovski’nin elinden kurtarmaya çalışıyor. Onun seçimini pes etmekten yana kullanmasını istiyor. Ama her ne olursa olsun, Yankı Enki’nin de yazısında belirttiği gibi “söz konusu cehennem ya da kıyamet sadece seçili bireylerin değil tüm uygarlığın meselesidir.” Bu kitapta şöyle açıklanmış:
“ (…) Tam sükûnete erişiyorsun, kendini ikna ediyorsun, sonra yeniden başlıyor… Elbette, yirminci yüzyılla on dokuzuncu yüzyıl arasında bir fark var. Ama yara, yaradır. Yaralar iyileşiyor, kapanıyor ve tam onları tamamen unutuyorsun ki, hava değişiyor ve ağrımaya başlıyorlar. Her zaman böyle, her yüzyılda.”
Onuncu bölümde Malyanov projesini Veçerovski’ye götürürken, seçimi geri çekilmek olan Glukhov’la karşılaşıyor ve burada da yine varoluşsal farklı bir konuyu ele alıyorlar. İntihar olaylarının nedenlerini bir kıyaslama ile veriyorlar. Her yüzyılda daha da genişleyen bir yara olarak görülen bu durum kitapta şu şekilde aktarılmış:
“Geçtiğimiz yüzyılda insanların teslim olmaktansa kendilerini vurduklarını söylerler. İşkenceden ya da toplama kamplarından korktukları için değil, işkence altında çözülmekten korktukları için değil, sadece utandıkları için. (…) Ama yine de bir fark var. Çağımızda, başkalarının önünde utandıkları için kendilerini vuruyorlar: toplumun önünde, dostlarının önünde… Ama geçen yüzyılda, kendilerinden utandıkları için kendilerini vuruyorlardı.”
Son bölümde Malyanov, Veçerovski’yi de vazgeçirmeye çalışıyor, onu da öldüreceklerini söylüyor. Ama Veçerovski kendinden emin ve kendine güveni tam, ne de olsa kıyamete daha bir milyar var, bu süre boyunca neler neler olacaktı, kim bilir?

Son söz olarak, Arkadi ve Boris Strugatski bu eserlerinde bilimin kendisine karşı, doğaya karşı, insanlığa karşı, otoriteye karşı ve kâinata karşı olan mücadelesini bilimkurgu altyapısı ile tüm absürtlüğü ortaya koyarak; içinde bulunduğumuz yüzyılın sorunlarını, insan yaşamındaki saçmalıkları güzel bir edebi çalışmayla göstermişler. Boris Strugatski’nin sonsözde belirttiği üzere bunlar alt metne dikkatli bir şekilde gizlenmesine karşı yine de kendini bir şekilde göstermiş ve bu durum yetkilileri rahatsız etmiş.

Böyle bir çalışmayı dilimize kazandıran Hazal Yalın’a ve tam metin olarak yayımlayan İthaki Yayınları’na teşekkür ederim. Dilimizde de böyle bilinçli eserlerin ortaya çıkması dileğiyle…

Notlar:

L’absurde (bkz.: Søren Kierkegaard, Albert Camus, Samuel Beckett, Eugène Ionesco vs.)Le nouveau roman (bkz.: Alain-Robbe Grillet, Nathalie Sarraute, Michel Butor, Claude Simon, Robert Pinget vs.) Hazal Yalın, Kıyamete Bir Milyar Yıl, İthaki Yayınları, Aralık 2017 (sf. 78) ISBN: 9786053754855; Sonraki tüm çeviriler Hazal Yalın’a aittir ve bu kitaptan alınmıştır. Alıntılar için yayıncıdan izin alınmıştır.Le fantastique moderne n’a plus qu’un seul objet: l’homme. (Situations II (?), Jean-Paul Sartre)За миллиард лет до конца светаhttps://www.insanokur.org/strugatski-bu-karanligi-lambalarla-aydinlatamazsin

Nedim Doğan (N. D. O’RUNEER)

Facebook Twitter WhatsApp

Diğer gönderilerimize göz at

Yorum yapın